L'appartement vs. Wicker Park

Aslında bu postun başlığı "Neden Hollywood'a gıcık kapıyorum?" olabilirdi. Çünkü elimde mükemmel bir örnek var. 1996 yılında çevrilen L'appartement filmi, orjinalinde Fransız. Fransız filmleri illa ki daha iyi olacak diye bir kaide yok elbette. Fakat ben önce bu filmin 2004'te çevrilmiş Wicker Park versiyonunu izledim, daha sonra da orjinalini. İki film hikaye bakımından bu kadar benzer ama ufak bir sahnenin değişmesiyle ve tabii ki anlatımıyla bu kadar farklı olabilirlerdi.
Konuyu özetleyeyim: Kızımız bir adama aşık olur fakat adam kızın kankasına aşık olur. Bir sürü karmaşa, yanlış anlaşılmalar, tesadüfler, oyunlar vs... Çok sığ bir pembe dizi gibi gelse de kulağa, öyle değil. Daha çok obsesif aşk anlatılıyor. Spoiler vermemek için konuya fazla girmiyorum çünkü alınan keyfi değiştirebilir. Ama şurası kesin, Fransızlar yine bir aşk filmini, hem de en klişe görüneni bile yapmışlar, OLMUŞ. Ayrıca 90'larda böyle klişeler pek yoktu tabii.

Monica Belluci ile Vincent Cassel çiftinin ilk tanıştığı film L'appartement olmuş sanırım. Filmdeki asıl çiftin bunlar olduğunu sanıyoruz ama bir şey söyleyeyim mi? Değil. Ana karakterimiz, her ne kadar daha az görünse de, her şey onun için ters gitse de aslında ana karakter Romane Bohringer'in oynadığı Alice. Monica Belluci gibi efsane bir güzelliğin karşısında pek şansı yok. Burnu büyük, kocaman beni olan 'çirkin' bir kadın -yani Belluci'nin yanında bu kadını gören her erkek bunu derdi. Bence farklı bir havası var, hafiften Charlotte Gainsbourg gibi, hatta çoğu Fransız kadını gibi.
İnişli çıkışlı ilişkilere nazaran daha güvenli gördüğüm platonik aşk olayının kitabını yazmış biri olarak hep Alice'i kayırdım, üzgünüm. Lucy ve Max muhteşem uyumlu, harika bir çift olabilir ama Alice açısından bakılınca hak vermeden edemiyorsunuz. Max'i ilk Alice gördü, o aşık oldu ve bir takım saçmasapan tesadüfler yüzünden Lucy ile birlikte olmaya başladılar. Gözlerinin önünde takıntı derecesinde aşık olduğun adam ve sevdiğin arkadaşın oynaşıyor, düşünsene. Alice karakteri hakkında aslında ne demek istediğimi Wicker Park'a söverken açıklayacağım.

Maalesef her daim Avrupa sinemasını kayırmamın sebebi olan oyunculukların abartısızlığı sayesinde inandırıcılığı had safhada bir duygusallığı olan film ortaya çıkmış -duygu sömürüsünden ziyade. Anlatımı kesinlikle çok başarılı, vıcık vıcık zorlama modern çağ 'aşkları' olmamasının yanında o kadar karmaşanın içinden kafamız karışmadan çıkıyoruz. En önemli özelliği ise yönetmenin bizi karakterlere ve olanlara objektif açıdan baktırabilmesi. Alice'ten nefret edemedim, tam tersi onu kayırdım. Çünkü bu onun hikayesiydi ve duyguları vs olan bir insanın yapabileceğini yaptı. Buna rağmen Lucy ve Max'in ayrılmasını içimden geçirmedim, onların hikayesini de tüm duygusal inişleri ve çıkışlarını hissederek izledim.
Wicker Park'ta da oyuncular benzer özelliklerle seçilmiş. Monica Belluci gibi kusursuz güzellikte bir Diane Kruger, toplum standartlarında Cassel'dan daha yakışıklı sayılabilecek Josh Hartnett ve çirkin kız Rose Byrne. Kimin kim olduğunu açıklamama gerek yok. Ha, bana göre tıpkı Romane Bohringer gibi Rose Byrne de pek güzeldir. Hatta kendisine karşı bir zaafım vardır, sanırım bu filmi izlememle başlayan. Daha sonra Troy'da oynadığını öğrenince bazı taşlar yerine oturmuştu. O baygın ağlak bakışlarını seviyorum yapcak bişy yok.

Filmin geneli hakkında Fransız versiyonu için söylediklerimin tam tersini iddia edeceğim. Oyunculuklar çok yapay çünkü bu entrikalı duygusallı aşk filmi ya, çok acı var çook -ve acı Hollywood'da abartılı bir şekilde işlenmek zorundadır. Josh Hartnett bakışlarını zaman zaman Küçük Emrah kardeşimizden ilham alıyor. Bir erkeğin olamayacağı kadar aşık. Erkeklerin aşık olmasını düşünemiyorum ben, daha çok takıntıdır o, arzudur. Fransız versiyonunda Cassel bunu çok iyi anlatmıştı. Josh ise (bak soyadıyla hitap etmeyerek kendisine saygı duymadığımı gösterdim) üzgün, üzgün, üzgün, çaresiz, ama çok aşık, Lucy'siz depresyonda falan. Ama çiftimizin aşkını öylece izlemek zorunda kalan Alex'e acımayalım çünkü hem çirkin hem de kadın. İkisinin birleşimini sevmiyoz, acımıyoz.
Alice, Wicker Park'ta Alex olmuş. Alex hakkında şu yorumlara çok rastlayabilirsiniz, ben rastladım: "bitch xP". Bu insanların kötü niyetinden değil tabii. Hollywood kurbanı olarak Alex resmen harcanıp Külkedisi'nin kötü kalpli üvey kardeşi pozisyonuna düşmüş. Lucy (ismi değişmeden kalan tek karakter) ve Matt'in arasına giren, kavuşmalarını engelleyen cadı, gıcığın teki. Halbuki Alex bu kadar yüzeysel olmamalıydı. Onun da hepimiz gibi iyi anları da kötü yanları da olan aciz bir insan olduğu çok bariz aslında ama Fransız Alice'ten farklı olarak villain gibi algılanmasının nedeni ne? Elbetta daha sinsi olması ve arkadan iş çevirmesi vs gibi bir takım sevimsiz özellikler verilmiş ekstradan ama genel olarak aşık, hatta takıntılı aşık herhangi bir insanın -bir kadının- çaresizliği gayet iyi anlatılmış aslında, Rose Byrne reyiz anlatmış. Hiç mi empati kuramıyorsun?

Alex'in günah keçisi ilan edilmesinin bir nedeni hiç şüphesiz sonundaki bir iki sahnenin, ufacık tefecik sahnelerin değiştirilmesi. Filmi komple değiştirdiği gibi Alex'in daha sert eleştirilmesine neden oluyor. Spoiler'ı vereceğim şimdi, sonundan bahsedeceğim. Bu yazının ana fikri olduğu için okuyun bence. Zaten sonunu bilmek değil sonuna kadar gelişen olayları bilmek filmin zevkini bozacaktır.

SPOILER {{{Alex'in yaptıklarına, çiftin ilişkisine ufak da olsa müdahale etmesine 'rağmen' filmin sonunda kavuşuyorlar. Matt, Alex'e karşı hiçbir duygu beslemiyor. Alex sadece ve sadece çiftin bir dönem ayrı kalmasına neden olan gereksiz bir karakter durumuna düşürülüyor. Ana karakter bu kızcağız olmasına rağmen asıl çiftimiz sahneyi devralıyor, film onların hikayesi oluyor. Fransız versiyonunda ise Max'in Alice'ten etkilenmesi ve en sonunda onu seçmesi bu sefer Lucy'i 'öteki' karakter yapıyor. Çünkü L'appartement orjinalinde Alice'in, hatta Alice ve Max'in hikayesi. Yuva bozan entrikacı cadılara gerek yok, günah keçilerine gerek yok. Wicker Park'ı izledikten sonra sonundan hoşnut olmadığım, bir şeyleri eksik bulduğum, hatta Alex'i desteklediğim için filmin orjinalinde işlerin değişmesi beni çok daha tatmin etti itiraf etmeliyim ki.}}}

İşte "Hollywood touch" da böyle berbat ediyor bir filmi. Eh, adamların hedef kitlesi bu sanırım, aşkın yüceliği ve sonsuzluğundan gözü kamaşmış insanlara bir film versinler. Aşk bu kadar yüce ve sonsuz değil tatlışlar ya. Ama bu demek değil ki aşk filmleri ruhsuz ve duygusuz olsun. İlk görüşte aşk, destined love gibi şeylerden pek hazetmeyen biri olarak karakterlerin zamanla başkalarını da sevmesini daha samimi, daha inandırıcı ve sonuç olarak daha duygusal buluyorum. Bak Fransızlar yapmış en hissiyatlısından bir tane.

Yorumlar