Byzantium (2012)

Eee, vampirler 2010'larda ne hale geldi, halbuse nerde bizim zamanımızdaki Interview with the Vampire'lar, Buffy'ler falan serzenişleriyle açayım mı postu? Ama bu film IWTV yönetmeni Neil Jordan elinden çıkma ve benim gibi vampirli kurguya tövbe etmiş biri bile sadece fragmanından zamanımızın o çöp filmlerinden farklı olacağını hissetmişti. Çöp diyorum da, sevenleri alınmasın tabii. Bana yakışıklı romantik vejetaryen vampir ve devamlı başını beladan kurtardığı -mümkünse- liseli kız şablonu ilgi çekici gelmiyor. Haliyle her yeri bunların sarması beni bıktırmış olabilir, evet. Ya da hiç çeşitlilik olmaması sinirimi bozmuş olabilir. Fakat bu filmde benim aradığım her şey var -daha doğrusu aramadığım hiçbir şey yok. Herkese bok gibi davranmasına rağmen idol haline getirilmiş kaslı karizmatik vampirler yok, erkekler tarafından kurtarılması gereken kadınlar yok, sadece cinselliği çağrıştırdığı için araya bol bol serpiştirilmiş ısırma sahneleri yok, romantize edilmiş kan akıtma ritüelleri yok. Yok da yok.

Son zamanlarda hep öveceğim şeylerin denk gelmesi ne güzel ya, nazar değmesin inş.
Konuyu nasıl başlatsam bilemedim. Clara, kızı Eleanor'a bakmak için fahişelik yapıyor. İkisi de vampirler, birkaç yüzyıldır yaşıyorlar. Fakat devamlı kaçmak zorunda oldukları birileri var, bu yüzden hem kimliklerini gizledikleri gibi adeta göçebe yaşıyorlar. Film hem bugünün, hem de flashback yardımıyla geçmişin hikayesini anlatarak ilerliyor. Ben özellikle bu flashbacklerde anlatılanları sevdim. Bugünün Eleanor'un hikayesini izlerken, geçmişin Clara'sının hikayesini de dinliyoruz.

Not: Filmin ismi içerikle çok alakasız, umutlanmayın.

Eleanor ve özellikle de Clara, bu filmi sevmemin en büyük sebebi sanırım. Yoksa ciddi anlamda bir sinema devrimi falan yapılmıyor filmde.

Clara, anne gibi anne, tam bir mücadeleci. Karizmatik kadınları bize beğendirmek için erkeksi yaparlar ya, Clara hiç de öyle değil. Duygusal bağ kurabilen, kendince etik değerleri olan ama hayatta kalmak için önündeki her engeli acımasızca yok edebilen bir kadın. Filmin bir yerinde "vampir güçlerimi erkeklerin üzerimizdeki gücünü alt etmek için kullanacağım" gibisinden laflar bile etmişliği var. Clara sayesinde feminist eğilimleri olan bir film çıkmış ortaya ve bu beni içten içe nasıl mutlu etti bilemezsin. Hatta hep öyle olmadığını iddia etse de sapına kadar profeminist bir vampire bile yer verilmiş filmde.

Eleanor ise, 200 yaşlarında olmasına rağmen hala azıcık isyankar ergenliği üzerinde, ama olgun ve ağırbaşlı (e bir zahmet), üzerindeki sorumluluğu az çok hissedebilen biri. Fevri davranışları olmuyor değil ama muhtemelen yılların getirdiği bıkkınlığı ve umursamazlığı farkedebiliyoruz. Clara gibi fiziksel açıdan güçlü ve "dişli" bir karakter olmasa da bir psikolojik açıdan kararlı ve soğukkanlı. Bir de beyni var çok şükür.

Filmin vampirliğe bakış açısı çok dengeli bence. Sırf kan içtikleri için birer canavar olarak gösterilmemişler ve onlar da zaten bu canavarlık olayını çok içselleştirmemişler. Aslında insanlara en çok benzeyen vampirleri bu filmde gördüm. Onlar gibi benciller, hayatta kalmak için ne gerekirse yapıyorlar ve başkalarına da bağlanıyorlar. Kan içeceklerse ölümü yakın ya da etrafına zarar veren kişileri seçiyorlar ya da kişinin rızasıyla oluyor. Bu bağlamda ne vejetaryen vampirler kadar ütopik, ne de melun vampirler kadar abartılılar. Filmin havası da aynı dengeyi yansıtıyor; gore öğeleri de, duygusal öğeleri de çok iyi harmanlayıp kullanmışlar.

Müzikler de bir vampir filmine yakışacak türden. Gizemli koroları sevdim. Ama en çok bir yerde birilerinin rastgele çaldığı piyanoyu sevdim. Birçok ünlü eseri çaldılar ama en çok Clair de Lune güzeldi, en çok o yakışmıştı. Keşke soundtrack'ine bir şekilde ulaşabilsem ama bu tarz daha az popüler filmlerin müzikleri biraz zor bulunuyor malum.
Gösterime girdiğini öğrendiğim gün sinemaları taradığımda etrafta sadece Beyoğlu Sinemasında oynadığını görmek garibime gitmişti. Hani Beyoğlu Sinemasına daha bağımsız-festival filmleri koyarlar malum. Vampirli diye bu filmi de o mainstream Hollywood filmi kategorisine koymuştum ister istemez. Ama baya baya İngiliz yapımı çıktı. Halbuki Saoirse Ronan çoktan Hollywood'a terfi oldu sanıyordum. Bu kızı seviyorum ben ya; etkileyici bir yüzü ve mimikleri var, oyuncu olmak için ideal. Atonement'tan küçüklüğünü biliriz. Hanna'da da büyüyüp oyunculuğunu epey geliştirmiş halini izlemiştim en son. Bakışlarından olsa gerek, hep biraz buruk rolleri veriyorlar bu kıza ama genelde iyi projelerde yer alıyor. Gerçi Byzantium'da vampir olarak başarılı bulmuşlar anlaşılan ki Stephen Meyer ablanın Twilight sonrası romanının uyarlaması The Host'ta da bunu oynatmışlar. Neyse.

Gemma Arterton'ı sadece Prince of Persia'dan hatırlıyorum ama Hansel&Gretel'de de oynuyormuş, filmi izlemek için bi sebep çıktı (güncelleme: izledim ve yazdım). Çünkü Byzantium'da oynadığı Clara karakterine de, oyunculuğuna da, kendisine de çok saygı duydum. Benden sadece 3 yaş büyükmüş ve bir anne rolü oynarken hiç de sırıtmıyor. Monica Belluci gibi kadınsı bir çekiciliği var. Beni bunun yanına koysan emo liseli kardeşi sanırlar.

Sam Riley zaten sevdiğim bir oyuncu olduğu için profeminist rolünde daha bir sempati duymaya başladım ister istemez. Hep böyle kırılgan, romantik adam rollerinde oynatıyorlar sanki, daha doğrusu ben onlara denk geldim. Nefret edeceğim bir rolü çıkar mı ki? Edemem gibi. Bir de Caleb Landry Jones'a değinmeden olmaz. Antiviral'ı izledikten sonra takibe alamama rağmen bu filmde lönk diye karşıma çıkıverince mutluluktan ağladım. Abartıyorum tabii, o kadar fanı değilim, artık benden geçti yakışıklı oğlanların fanı olmak. Ama zaten yakışıklı diye tanımlanamaz bu adam ya, 'garipliğini' sevdim daha çok. Kelimeleri yuttuğu için dediği hiçbir şeyi anlaşılmaz, eliyle koluyla bir takım garip hareketler yapar böyle. Cool ama bir yandan hiç de cool değil. Öyle biri. Kolunun falan her milimetrekaresinde çil var böyle, çok garip değil mi lan? Neyse, kendisi entel filmlerinin pek aranan "yakışıklı/güzel değil ama farklı bir havası var" kontenjanından girmiş.

Entel filmi demişken, bu film indie mi, sanatsal mı, entel mi, değil mi bilemem ama Beyoğlu sinemasında ne güzel filmler varmış öyle. Bundan sonra işsizlik harçlığımı kozmetiğe değil de buraya harcamaya karar verdim. Hatta sanırım Blue Is The Warmest Color'a gideceğim. Imdb puanına güvenemeyeceğim çünkü buranın üyeleri Fransız hele hele eşcinselli sanat filmlerine çok torpil geçer. Tavsiyelere açığım, 12 lira verme diyecek olanlar varsa ya şimdi konuşsun ya da sonsuza dek sussun.
Biraz durağan, karamsar bir havası var filmin, tamamen aksiyon yüklü değil. Yer yer sıkabiliyor ama ben sıkıcı filmleri sevdiğim için sürükleyici geldi. Kadın vampir bulunduran nadir filmlerden olduğu için Låt den rätte komma in'e benzeteceğim biraz. Onun kadar korku öğeleri barındırmıyor belki. Ama kan ve gore bakımından ikisi de sağlam. Hele Byzantium'un bir açılış sahnesi var ki oyy oyy. Sanırım sevmediğim tek şeyi sonu. Hatta major spoiler vereceğim, görmek isteyen cümlenin üzerinden geçsin: { sonunda ana karakterlerimizin ölmemesine sevinsem de mutlu son için biraz kasılmış gibi geldi. Tam bir Hollywood twisti yapmışlar. Ama herkes ölseydi sinemayı yakardım muhtemelen. }

Herkesin abarttığı şeyi genelde beğenmiyorum ya da hayal kırıklığına uğruyorum. Bir şeyi de ben beğendim mi genelde insanlar abarttığımı falan düşünüyor. Tamm bir hipster değil miyim? Byzantium'u beğendim. Salonda zaten avuç kadar olan seyircilerin ikinci yarıda azalmasından anlaşıldığı üzere birileri pek beğenmedi. Kısaca, kimine göre vasat sayılabilecek bir film olsa da benim sevmeme sebep olacak çok şeyi vardı. Sizi bilemem. Bu da izleyicinin subjektif yorumuna göre çok değişen o filmlerden işte.

Puanlamadan olmaz!
Konsept: 6
Hikaye: 6
Anlatım: 7
Karakterler: 9
Görsellik: 7

Genel: 8

Yorumlar