Prenses Gelin - William Goldman

Prenses Gelin, modern zamanlarda kurgulanmış bir masal. İlk önce filmini izledim (postu şurada). Kitabı çok seveceğimden çok emindim, ne de olsa film uyarlamaları hep biraz daha şeydir, bu şeyi uzun uzun açıklamayayım şimdi, herkes biliyor. Kitabın filmden daha iyi olması herkesin garip bir gururla bahsetmesi sayesinde hem beklenilen, hem de birçok kez bizzat tecrübe ederek öğrendiğimiz bir kuraldır. Arada istisnalar olmuyor değil, en sevdiğim filmler arasında uyarlamalarını da en az kitapları kadar başarılı bulduğum çok hikaye var. Prenses Gelin hakkında ne desem bilemiyorum. Hikayelerin tıpatıp aynı olmasına rağmen filmde oluşturulan o şirin, sevimli, komikli havadan kesinlikle eser yok. Filmi sevmemin SEBEBİNİ alıp üzerine bir sürü can sıkıcı detay koy, sonuç hayalkırıklığı.

Film zaten modern zamanlarda geçip bir karakter tarafından seyirciye anlatılıyordu. Bu kısımların filmde çok kısa geçmesine rağmen kitabın olayının bu olduğunu gördüm. Ha, ben kesinlikle veledi ve dedesinin karakterine çok derinlemesine inilmeyen film versiyonunu tercih ederim. Çünkü o velet kitapta büyüyor, tam bir gıcık Amerikan tavırlı kendini beğenmiş bir yazar-senarist oluyor, Goldman. Sanırım en sevmediğim kısımlar bu adamın konuştuğu yerler. En sevdiğim yerleri de Morgenstern takma adıyla yine kendisinin yazmış olması ayrı bir ironi valla. Bu sözde 2 yazarlı konsept bazılarının hoşuna gidebilir ama bence hikayeyi çok fazla bölüyor. Dizinin en sürükleyici anlarında beliriveren 10 dakikalık reklam gibi bütün hevesimi aldı götürdü.

Yazar, babasının çocukken kendisine okuduğu kitabı yetişkinliğinde tekrar okuma fırsatı buluyor ve babasının bazı sıkıcı bölümlerin aslında atladığını görüyor. Sonunda kendisi de buna uygun bir düzenleme yapmaya karar veriyor. Gereksiz erotik (tam olarak doğru kelime değil ama başka sıfat bulamadım) giriş bölümü, yazarın orta yaş bunalımını ve katlanılmaz hezeyanlarını ana hikayeye hiçbir katkısı olmayacağı halde okumak zorunda kalmamız ve değişik bir anlatım stili olsun diye aralara serpiştirdiği açıklamalar falan... Açıkçasını söylemek gerekirse Morgenstern'in o sıkıcı ve uzun orjinal Prenses Gelin'ini okumaktan daha çok zevk alırdım. Tabii burada sözde düzenleyici de, hayalî Morgenstern de Goldman'ın ta kendisi ama hayatından, ailesinden, karı kızdan bahsettiği bölümlerin ne kadarı doğrudur bilemem.

Her ne kadar filmi tercih ettiğimi devamlı vurgulasam da Prenses Gelin'i Prenses Gelin yapan temel unsurları daha da fazla ayrıntıyla okumak çok güzeldi. Macera sahneleri o zayıf 80'ler efektleri olmadan hem hayalimizde çok daha iyi canlanıyor, hem de çok daha sürükleyici anlatılmış. En çok keyif aldığım unsur zaten filmde tanıyıp sevdiğimiz karakterler. Özellikle Inigo ve Fezzik'in geçmişlerinden böyle uzun uzun bahsedilmesi mutluluktan gözlerimi yaşarttı, karakterlere çok daha derinlik sağladı. Tabii ki hikayenin masalsı uslübuna uyacak türde karikatürize maceralar bunlar ama zaten bu yüzden kendini sevdiriyor. Inigo Montaya'nın filmdeki tasvirinin başarısız olduğunu düşünmüyorum ama kitapta çok daha farklı, çok daha derinlikli bir karaktere büründüğünü görüyoruz. "Hello, my name is Inigo Montoya. You killed my father. Prepare to die." repliği boşuna efsane olmamış. Bence ana karakter olmayı Westley'den daha çok hakediyor. Evet, Westley ve Buttercup zaten filmde de favorilerim değildi, kitapta da değiller. Westley beybi feysi gittiği için olduğundan daha maço ve çok daha fazla aşık: bu iyi bir birleşim değildir. Buttercup filmde olduğundan daha salak, beceriksiz hatta sadakatsiz. Oyuncuların kimyası sayesinde desteklediğim çiftin arasındaki çok övülmüş, abartılmış ve şiirselleştirilmiş romantizmi hiç hissedemedim.

Ya sonuna ne demeli? Bence yazarın notları ve müdahaleleri sonunu iyice karmaşıklaştırıp belirsizleştirmek dışında bir işe yaramamış. Anlatım her şey iyi bitermiş gibi pozitif bir havada olmasına rağmen fonda hikayenin felaketler üzerine felaketlerle döşenmesi beni biraz sinirlendirdi açıkçası. Evet, "bu bildiğiniz masallardan değil daha karanlık bişy anlatıyoruz" mesajlarının farkındayım ama herkeslerin öldüğü ya da beter olduğu sonları distopik bilimkurgulara ya da yeraltı edebiyatına yakıştırırım anca. Daha zorlu bir hikaye olmasına rağmen bir masalsın sonuçta sen, masallığını bil. Bir bakmışız aman her şey kötü bitiyor, sonra aman kendilerini kurtarmışlar, aman ne idüğü belirsiz garip psişik düşman gelmiş, aralara da yazarın müdahalelerini koy, benim beyin çorba.

Filmi izlediğimde yine beni rahatsız etmiş birkaç konu var. Hele filme göre fazla ayrıntı bulunduğu ve yazarın bu yarayı adeta deşerek üstüne üstüne gittiği düşünülürse. Önce nereden başlasam? Prenses Gelin'i anlatmaya başlamadan önceki bölümde yazar karısını aldatmayı eğlenceli birşeymiş gibi anlatıyor, pek de utandığı söylenemez. Aldatmadıysa da bu utancından değil araya başka bir iş girdiğinden. Güzel, çekici ve vasat beyinli kadının çıkarlarından dolayı kendisine yaklaştığını bizzat farketmesine rağmen onda anaçlık ve anlayış (neye gösterildiği belirsiz) arıyor. Karısı ise zeki, ayakları üzerinde durabilen, bağımsız bir kadın. Bu yüzden bir kadın olarak kıymeti yok, hatta çok itici gösterilmiş, dalga geçilmiş. Bu günlük hayatta da o kadar çok sık karşılaştığımız bir refleks ki artık bıktık. İtaat edecek, mesele ne olursa olsun anlayış gösterecek, yatakta tatmin edecek, güzel ve genç olduğu kadar adamın sunacağı fırsatlar için kendini feda edecek, zeka ve kariyer olarak erkekten üstün olmayan, erkeğe bağımlı kadın portresi ise idealize ediliyor. Hikayedeki kadınların hemen hepsi dırdırcı, erkeğine cehennem hayatı yaşatan, mutsuz ve huysuz. Sadece güzellikleriyle olumlu bir özellik kazanabiliyorlar ve güzel olanlar asla ve asla zeki olmuyor -belki psikopat olabilirler. Güzellikleri sönünce bir hiçe dönüşmeleri düşüncesiyle adeta eğlenilmiş. Westley de Buttercup'ı sadece güzelliği yüzünden seviyor zaten, başka bir sebebi varsa bile açıklanmıyor (ki Buttercup sözde çok derin Westley'nin yanında o kadar sığ yaratılmış bir karakter ki biz okuyucuların bu sebebi bulması imkansız). Diğer kadınlar ise devamlı birbirinin kuyusunu kazıyor -erkek meselesi yüzünden. İyi, saf, salak ve GÜZEL olanlar da elbette nadide bir çiçek gibi. Aynı zamanda her daim korunmaya ihtiyaç duyan, güçsüz, mızmız ve baş belası. Tüm kadınların güçlü ve savaşçı olması gerekmiyor elbette ama kurgularda o alıştığımız, artık içimize işleyen ve maalesef normal karşıladığımız kadının erkeğe bağımlı pozisyonu ve kendini güzelliği üzerinden tanımlaması kadınlara yönelik ayrımcılığı devam ettiren ve onu besleyen bir unsur, bu kadar hafife almamak gerek. Erkeklerin iyi ya da kötü bir takım hobileri, uğraşları varken kadınların sadece aşk, erkekler ve süslenme dışında pek bir şeyle ilgilenmemesi, hatta hemcinsleriyle sürekli bir rekabet ve kıskançlık içerisinde olması bu tarz hikayelerin de vasıtasıyla toplumun dayatıp bizim de nedenini hiç sorgulamadan kabullendiğimiz önyargılar zincirinin önemli bir halkası maalesef. Bu yüzden "çok abartma canııım, alt tarafı bir hikaye" deyip geçmek pek de doğru değil açıkçası. Hikayenin eski yılları konu alması modern bir roman olduğu gerçeğini değiştirmiyor ve Ortaçağ cinsiyetçiliğiyle karşılaşınca rahatsız oluyorum ister istemez. Bechdel testinde fena çuvallar -ki film uyarlaması da geçememiş zaten. Feministler de her şeye cinsiyetçi diyor diye sızlanıp bu tarz ayrıntıları gözümüz kapalı kabullenmek yerine birazcık sorgulasak çok şey değişebilir.

Hep diyorum -kendime- beklenti yapmaaa, beklenti senin en büyük düşmanın, beklemeee. Bu kadar efsaneleşmesi yüzünden o batasıca beklentilerimi yüksek tuttuğum ve okuduktan sonra da göt olduğum bir kitap ama çok büyük keyifle okuduğum bölümlerin hiç de azımsanamayacağı bir gerçek. Filmi tekrar izleyebilirim, kitabın TAMAMI için aynı şeyi yapmayacağım ama Inigo ve Fezzik için sık sık raftan çıkaracağım.

Yorumlar