Harry Potter Hafta Sonu Maratonu Part 2

Geçtiğimiz günlerde 1. bölümünü yayınladığım Harry Potter maratonuna bu sefer de filmler hakkında teker teker bahsederek devam ediyorum.

Önceki Bölüm: Harry Potter Hafta Sonu Maratonu Part 1


Felsefe Taşı (2001): 15 yıl öncesinin berbat efektleri ve rol yapmayı beceremeyen sinir bozucu veletlerin gayet de farkında olmamıza rağmen çok sevmeye devam edeceğimiz bir film bu. Çünkü büyücülük dünyasıyla tanışma, çünkü içini ısıtma, çünkü nostalji, çünkü bol bol Hedwig, çünkü bol bol tatlışlık. Renkler capcanlı, her şey daha ilkel, daha basit, daha süssüz. Bu basitlik bir anlamda güzel çünkü Rowling ne kadar detaycı bir yazar olursa olsun daha sonraki filmlerde oluşturulacak teatral hava kitaplarda baskın değil. Çok kırpılmasına rağmen tüm gerekli detaylara yeterince bağlı kalınmış. İyi hissetmek için açıp izlenebilecek, kafa yormayacak, DİĞER FİLMLERİN AKSİNE (evet burada bağırıyorum) üzüntüden verem etmeyecek, güvenli bir film. Ve çocuk Daniel Radcliffe'in tuhaf göz kırpışlarına gülmek için ideal. Ve Hermione'nin saçını takdir etmek için. Ve Oliver Wood'u yalamak- pardon İskoç aksanını hayran hayran dinlemek için de.

Sırlar Odası (2002): Chris Columbus'la devam edildiği için ilk filmin upgrade versiyonu olduğu anlaşılıyor, daha iyi quidditch sahneleri, daha iyi efektler görüyoruz. Sırlar Odası çok ses getirmemesine rağmen HP (kitap) serisinin içinde en sevdiğim 3'e girer sanıyorum. Yeni karakterler eklenip ipin ucu kaçmadan önceki, biz bize havası var, daha sıcak geliyor. Örümcekler, yılanlar, hayaletler, taşlaşan insanlar vs unsurlarına rağmen çocuk kitabı/filmi olarak kalabilmeyi başarmış. Ama ne yalan söyleyeyim, filmin en heyecanlı sahnelerinde bile uyumamak için kendimle savaştım. Tabii o gün erken uyanmış olmamın da etkisi var. Bir de genç Tom Riddle beyin elmacık kemiklerinden bahsetmesem çok ayıp olur. Keşke 6. filmdeki Tom'u da yine bu bey oynasaymış.

Azkaban Tutsağı (2004): Bu filmi ilk izlediğimde öfkeden köpürdüğümü hatırlıyorum. Başka çok bir şey hatırlamıyorum çünkü o sıralar küçüktüm. Sonra tekrar izlemiş de olabilirim ama hep en sevmediğim film olarak mimliydi. Çünkü zaten kitabı da sevgi sıralamamda sondan ikinci. Hatta tekrar düşündüm de, en az sevdiğim kitap olduğuna karar verdim, evet. Peki nasıl oldu da filmiyle barıştım? Aslına bakarsanız bu filmin fanları kızdıran yanı orjinalin çok fazla değiştirilmiş olması. İdrak edecek mantığa yeni yeni gelmenin üzüntüsünü yaşayarak söylemeliyim ki bu film o "edebiyatla sinemanın dili çok ayrı ağbi" klişesinin vücut bulmuş hali. Alfonso Cuaron, bir sürü yeni ve uydurma detay ekleyerek (Dumbledore'un baykuşlu kürsüsü, Hogwarts'ın yeni bahçe düzenlemesi, üniformada yeni tasarımlar, Hızır Otobüs'teki konuşan kafa, tuhaf kambur Çatlak Kazan barmeni) filme eğlence katıyor, bunu yaparken hikayenin genel havasından şaşmıyor. Renkler, görüntüler tam dozunda: ne çocuk filmi kadar tomçik ne de yetişkin filmi kadar soğuk ve sert. Ruh Emicilerinin ürperticiliği keyifli sahnelerle dengeliyor. Büyülü dünyanın her rengi gözümüze gözümüze sokuluyor. Kitapların zaten hikayeyle gayet uyumlu, kendine özgü bir mizah stili var. Bunu 2 saatlik bir filme uyarlamak için belki de bir takım değişiklikler yapmak o kadar da kötü değildir ha? Keza hem kitabını hem de filmini sevdiğim iki fantastik hikaye, Yıldız Tozu ve Howl'un Yürüyen Şatosu'nun uyarlaması ile orjinali arasında dağlar kadar fark var, yine de benim için ayrı ayrı çok değerliler. Bu filmle ilgili tek şikayetim sanırım Sirius. Gary Oldman istediği kadar karizmatik bir oyuncu olsun, ben asla Sirius'la bağdaştıramayacağım. Ayrıca itiraf edelim, Harry Potter evrenine giren bazı oyuncular kendini kaptırıp biraz abartabiliyor, misal Bellatrix, Barty Crouch Jnr vs... Oldman da kendine hakim olmamış gibi. Tamam hobi olarak yine değiştirsinler ama karakterden de çıkmasınlar yani. Neyse Gary nazar boncuğu olsun, napalım. 

Ateş Kadehi (2005): Bir önceki film bazı unsurları çıkartıp değiştirmesine rağmen nasıl başarı yakaladıysa Ateş Kadehi bir o kadar rezil kepaze ediyor. Mike Newell istediği kadar ünlü/iyi bir yönetmen olsun, Harry Potter serisi için tam bir yüz karası. Zamanında 9gag'de falan çok dolaşan bir caps vardı: filmde Harry'nin adı kadehten çıkınca Dumbledore Harry'yi azarlayarak üstüne doğru koşuyor, hatta hafifçe tartaklıyor, kitaptaysa Dumbledore'un Harry'e sadece sakince bir soru sorduğu yazıyor. İşte tüm film böyle abartı ve şişirme detaylarla doluydu. Nereden başlasam bilemiyorum. Elbette orjinal hikayede serüven üstüne serüven yaşandığı için kırpma gereksinimi duyulması çok normal. Ama diğer çok kritik detayları göz ardı edip siktiriboktan Macar Boynuzkuyruk kaçış sahnesine yarım saat ayırmaya, hatta Harry ile ejderhaya Hogwarts'ın çatılarını bağlarını bahçelerini yerle bir ettirmeye bol bol vakit yaratabiliyorsun. Crouch hırslı, katı ve soğuk bir tipten sosyal anksiyeteli tuhaf bir adama dönüştürülmüş. Bagman yok, hatta onun görevi Crouch'a kaktırılmış. Doctor Whocular kızmasın ama David Tennant Barty Crouch JR rolünde bir acayip. O dil attırmalar neydi Allah'ım, ekrana bakamadım utancımdan. Tamam, Crouch çok kötü biriymiş, anladık ok kes. Peki sıska, utangaç, içe dönük ve aksi (olması gereken) Krum nerede? Filmdeki gösterişçi kas yığını denyo hali kitaptaki karakterin TAM TERSİ değil mi? Fleur'u sevin ya da sevmeyin, karakteri net bir kadındı. Filmde onu tanımlayan tek şey Fransız olması, başka hiçbir belirgin özelliği gösterilmemiş. Ya o yarışmacı okulların girişte Hogwarts'a özel bir gösteri yapması, kameranın Beauxbatons öğrencilerinin orasına burasına odaklanması nasıl bir kepazelik? Winky yok, ERİT yok... Alfonso Cuaron'un eklemeleri büyü dünyasını güzel yansıtıyordu. Ne yazık ki Newell yorumu ise sırf gişeye oynayan, izleyicilerinin zekasına hakaret eden, zerre ince detay düşünülmeden çekilen bir aksiyon bombası. Ama şurada duruyorum: yarışmacılar labirente girince o yavşaklık da çok şükür bitiyor. Kitaptaki kadar hareketli olmasa da yer yer gerilime kayılmasını çok sevdim. Mezarlığa giriş ve Voldemort'la karşılaşma sahneleri çok hızlı geçilmesine rağmen 7 film içinde favorilerime girebilir. Zaten kitap serisinde de beni en çok etkileyen bölümlerden. Özellikle Harry'nin anahtarla Hogwarts'a geri döndüğü anki duygu karmaşası ve travması filme de iyi yansıtılmış. Harry ağlarken acıtasyon müziği basmayıp stadyumdaki şenlikli havayla kontrast yaratılması (kitaptaki hissiyattan ilham alınarak) bence çok yerinde olmuş. Bir de Daniel Radcliffe'in artık çocukluktan çıkışı dolayısıyla beybi feysini gördüğümüz son film sanırım. Bundan sonrası baba feysi ve emmi saçı. Maalesef. Neyse...

Zümrüdüanka Yoldaşlığı (2007): Bu filmle birlikte çok şey değişti. David Yates'in üslubunu ne kadar sevdiğimden önceki postta uzun uzun bahsetmiştim. Artık onun dönemi açılıyor. Bir de Harry'nin henüz 15 yaşında yakaladığı memuriyet stili saç dönemi. Üstelik benim erotik bulduğum bir film (bu kısmı ne kadar bilinçli yapılmış bilemem ama), Harry'nin rüyalanmaları, terli terli falan. Tamam tamam, oğlan eziyet çekerken dalga geçmeyelim. Bir kere filmin üslubu seviyorum, aksiyonu değil de duyguları ön plana çıkaran sinematografiyi, yer yer gerilim türüne kaymasını, gaz müziğin daha az kullanımını, hafiften tekinsiz bir hava yaratışını, kararan renkleri, oyunculukların gelişmesini, hikayenin politize oluşunu... Kitabı gibi durgun bir film bu da, iyi anlamda söylediğimi biliyorsunuz. 1000 küsur sayfa dolduran ufak ayrıntılarına rağmen Zümrüdüanka Yoldaşlığı en sevdiğim ikinci kitaptır. 15 yaş için fazla karamsar bulunmasını anlıyorum ama Rowling böyle durumlarda mizah seviyesini yükseltir. Harry'nin en çok dışlandığı 2. ve 5. kitaplarda (7. artık özerklik ilan ettiği için onu saymayacağım) bol bol güldüğümü hatırlarım. Bunu filme yansıtmak haliyle zor. Ama genel havaya bağlı kalınması ve genel olarak "uğraşılmış" görünmesi beni tatmin etti. Cho'ya yapılan haksızlığı cıkcıklayarak, Luna ve Umbridge'in başarısını da saygıyla anarak sıradakine geçiyorum. 

Melez Prens (2009): 6. kitapla biraz aşk/nefret ilişkisi yaşıyorum. Voldemort'un geçmişine gittiğimiz bölümleri okumayı çok sevsem de haşarı kahramanlarımızın inişli çıkışlı okul maceraları ilk defa baymaya başlıyor. Ergen öfkelerini, sürekli dırdır etmelerini, küslüklerini, Harry'nin Melez Prens ve Malfoy takıntılarını pek de keyifle andığım söylenemez. Film bu kısımları katlanılabilir kılıyor ama her şeyin bir bedeli var, Tom Riddle'ın atalarını ve Merope'yi göremiyoruz. Hikayenin sonunda Harry ve Dumbledore'un gittiği "görev" ayrıntılarıyla değinilmiş çok şükür, hatta buradaki sahnelerden neredeyse kitaptaki kadar etkilendim. Görselliği Deathly Hallows Part 1'le yarışır; açılar ve renkler filmin havasıyla çok uyumlu. Bir de zaten Yates'in duyguları ön plana çıkaran üslubuyla birleşince güzel bir adaptasyon ortaya çıkmış. Dumbledore'un ölümünde samimiyetsiz acıklı sahneler koymamışlar önümüze. Bir de itiraf edeyim, benim benimsediğim baba figürü Sirius değil Dumbledore'du. Kitaptaki kadar ağlama krizlerine sokmasa da benzer hissiyatı yaşatabildi bana. Duygu sömürüsü yok, öfke yok, kabullenilmiş ama çaresiz bir yas var. Önceki filmde Sirius'un ölümüyle kendini kaybeden Harry'i ve ardından gelen kehanetin ağırlığını seyirciye yeterince yansıtamamışlardı. Bu kitaptaki yas tam da olması gerektiği gibi bence. Bu kadar övdüm, peki neden bir önceki postta bahsettiğim sevgi sıralamasında taaa 5. sıraya yerleştirdim? Valla bunun sebebi izlemesi daha keyifli ve nostaljik diğer filmlerin öne geçmesi. Ayrıca Rowling'in anlatım stratejisine (ergenlique) kurban giden tek film sanıyorum. Oysa film daha iyilerini hakediyor.

Ölüm Yadigarları - Part 1 (2010): Bu film hakkında diyeceğim şeylerin çook uzun paragraflar tutacağını sanmıştım ama üç kelime bile yeter: İYİ BİR FİLM. Çoğu kişinin sevmediğini, hayal kırıklığına uğradığını biliyorum. İnsanların uçarlı kaçarlı müthiş serüvenler yerine durgun ve sıkıcı bir filmle karşılaşması çok yazık. Bu yine de adaptasyonun sınırlarını zorlayıp tek başına "film" değeri taşıyan bir yapım ortaya çıktığını değiştirmiyor. Zaten yol filmlerini severim, bir de Britanya'nın kasvetli doğal güzelliklerine bol bol yer vermeleri beni ekstra mest eden bir unsur. Dram, gerilim ve korkuya varan sahnelerin ağırlığı, HP evreninin bu yönde evrilmesi benim gayet de olumlu karşıladığım bir değişik. Çuvallayabilirlerdi ama Yates'in üslubu bunu kaldıracak ağırlıkta zaten. Üstelik oyuncular da performanslarının zirvesinde, pek umut beslemediğim Daniel Radcliffe bile bu filmle artık iyi bir aktöre dönüştü. Kitapta bariz bir şekilde hissedilen karamsarlık, çaresizlik ve belirsizliğin daha iyi yansıtıldığı bir film düşünemiyorum. Herkesin gıcık olduğu kamp sahnelerini çok sevdim, özellikle Godrics Hollow sahnelerinden -Çok Özlü İksir almamaların aptallığını bir kenara koyarsak- çok etkilendim. Ama bu film benim için bir başka yönden de özel. Hermione'nin anlatımıyla zenginleşen Ölüm Yadigarları masalı sanırım hayatımda izlediğim en iyi animasyon. EN İYİ gibi iddalı bir söz sarfettiğime dikkati çekerim. Ne kadar sevdiğimi anlatabildim sanıyorum. Bu filmi alıp başucuma koymak, pamuklara sarmak, zihnime dövmeyle kazımak istiyorum.

Ölüm Yadigarları - Part 2 (2011): Son filme geldik. Zaten bir önceki filmde başlayan "end of an era" tarzı pazarlama taktikleri içimizi acıttı, tıpkı Rowling'in "until the very end" ithafını gördüğümüzde olduğu gibi gözyaşlarına boğulduk. Ama insanlar Part 1'de nasıl hayal kırıklığına uğradıysa bu sefer de ben biraz böyle hissettim. Tam anlamıyla bir gişe filmi yaratmışlar, bu da yersiz ve aptal espriler, seyircileri gazlamak için konulmuş anlamsız aksiyon sahneleri olarak tezahür etmiş. McGonagal'ın birden kafa kıza dönüşmesi, Neville'in sakarlıkları, herkesin ilan-ı aşk ettiği romantik bir ortam yaratılması, Harry ve Voldemort'un Hogwarts'ı uçarak turlamaları (aralarındaki diyaloğun ne kadar da leş olduğuna girmiyorum bile), Malfoy'un kucaklanması (off utancımdan bakamadığım bir sahne) ve en kötüsü Voldemort'un KÜLLERE DÖNÜŞEREK ölmesi. Normalde Rowling mizahı hiçbir zaman eksik etmez ama Hogwarts savaşı sırasında mizah en az gördüğümüz şeydi. Durumun vehametini iliklerine kadar hissettiğimiz, bir savaşın ortasında olduğunu farkettiğimiz, hatta ardı ardına gelen ölümlere ağlamaktan gözümüzü açamadığımız bölümler dünyanın en gerizekalı esprileri ve gişeye oynayan vasat aksiyonlarla değiştirilmiş. Harry'nin neden Voldemort'u öldürebildiği hem anlatılmamış, hem de yanlış gösterilmiş, ki bu kafalarına göre değiştiremeyecekleri kadar kritik bir bölüm. Aynı şekilde Harry'nin neden ölmediği de doğru düzgün anlatılmıyor, ki kitapta bunun altyapısı için çok uğraşılmış. Sanırım sevdiğim yerler Snape - Düşünseli - Orman - öbür dünyada Dumbledore'la konuşmalar bölümleri oldu, çünkü bunlar beni zaten kitapta da çok etkilemişti ve ne çekseler kabul edecek durumdayım. Kahramanların çoluğunun çocuğunun isimlerini öğrendiğimiz en son bölüm -eh en son bölüm olduğu için- kitapta duygusallık yaşadığım bir kısımdı ama filmde hee tmm bitti mi diye göz devirdim. Yine de tek kalemde çizemeyeceğim, tabii ki izlerken keyif aldım. Daha iyisi olabilir miydi? Kesinlikle. Keşke.

Yorumlar

  1. Yine güzel tespitlerle dolu bir yazı olmuş. Aslında uzun uzun her film için yorum yapacaktım ben de ama bugün Alan Rickman'ın ölüm haberi üzdü gerçekten. Son filmde Snape'in ölümü nasıl koyduysa bugün de öyle koydu valla.

    YanıtlaSil
  2. okudukça tek tek hatırladım, nasıl da unutmuşum hepsini. ve hemen her filmle ilgili yazdıklarına tamamen katılıyorum. kitaplardan farklı yerlere sinir olacak da olsam hepsini baştan izlemek geldi içimden!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. HP maraton yapmak bünyeye çok iyi geliyor vallahi, ara sıra yapmak lazım!

      Sil

Yorum Gönder