Son Zamanlarda İzlediğim Filmler 6: Kate Winslet

Şu sıralar denk gelmiş de sürekli Kate Winslet ablamın filmlerini izlemişim hissiyatına kapıldım. Halbuki kendisi sürekli güzel filmlerde yer alıyor zaten, kaçınılmaz değil mi? Aynı zamanda dönem filmlerinin de kraliçesi. Biraz Keira Knightley gibi, ama oynadığı rol çeşitliliği ondan çok daha fazla. Genel olarak soğuk bir tarzı olsa da her role bir şekilde bürünmeyi başarabiliyor. Bugün 'Kate Winslet' ve 'kostüm drama' ortak noktalı 3 filmden bahsetmek istedim. Tabii Sense and Sensibility ya da Titanic gibi kültleri de var CV'sinde ama onlara lafım yok. Ancak "kostümler çok güzel" gibisinden yüzeysel (ama gerçek) eleştiriler sunabilirim. Ya da Kate Winslet yine şahane yazmış, ay pardon oynamış... 

A Little Chaos 

Dönem filmi diye kıvrandığım, taklalar attığım, süründüğüm bir sırada denk gelen bir film. Aslında fragmanı yayınlandığında ilgimi çektiği için gösterime girdiğinde mutlaka gitmeyi düşünüyordum. Ama ya kaçırdım ya da Türkiye'ye gelmedi. Bilmiyorum. O yüzden evden, kıytırık bilgisayar ekranından izlemek nasip oldu. Böyle harika görselliği olan, rengarenk filmleri izlerken HD televizyonum olmadığı için mızmızlanıyorum işte. Bir kere Versay Sarayı'nda geçiyor, pastel renkler ve altın varaklarla dolu, gösterişli bir film çıkması normal sanıyorum. Her şeye rağmen tüm o kostümler, dekor, tarihi ayrıntılar vs insanın gözüne gözüne sokulacak kadar abartı değil, hikayenin önüne geçmiyor. Ki bence çok tatlı bir hikayesi var. Aşırı dramatize edilmemiş, biraz hüzünlü ama çoğunlukla keyifli. Bir kostüm drama için, hele ki bir sürü soyluyu konu alan bir film için bu kadar huzurlu ve durağan anlatım bence farklı bir hava katmış. Rahmetli Alan Rickman bence gayet iyi bir iş başarmış, keşke daha fazla film yönetseydi. Ayrıca Kate ve Alan'ın 20 yıl aradan sonra aynı karede buluştuğunu görmek nostaljik bir his. Oyunculardan bahsetmişken Matthias Schoenaerts deyip duralım. Bu beyin höt höt, sert çocuk, bad boy, öküz adam tiplemesi dışına çıkması beni ne kadar sevindirdi anlatamam. The Danish Girl'deki halini de çok merak ediyorum. Onu izleyince de gelip dedikodumu yaparım burada. Haydi hayırlısı.

Mildred Pierce

İşte üç yapımın içinde en sevmediğime geldik ve bunda ne Kate'in ne de Evan Rachel Wood'un, ne de diğer oyunculardan birinin suçu var. Belki Guy Pearce'ın olabilir çünkü onu pek hazzetmiyorum. Neyse. Bu aslında bir mini dizi ama o 4 bölüm yerine güzel filmler izleyebilirdim. Biraz zaman kaybı gibi hissetmeden edemedim. Halbuki övülesi çok şeyi var: YİNE kostümler, dekor, mekanlar, kısaca 1930'ları öyle allayıp pullayıp süsleme gereği duymadan adeta içinde yaşıyormuşsun hissiyatı veren her ayrıntı. Sınıf ayrımı ve ekonomik kriz dönemini ele alması bir başka ilginç ayrıntı. Durgun bir anlatımı olduğu için oyunculuğa bel bağlıyor. Çoğunlukla işi Kate götürüyor zaten, ve iyi götürüyor. Evan Rachel Wood da öyle. Ama izlerken sürekli sinirimin bozulmasını engelleyemedim. Sorun ne biliyor musun dostum? Sorun hikaye.

Şimdi, bu dizi bir adaptasyon olduğu için hikayeyle ilgili ne desem Mildred Pierce romanına söylemiş olacağım. Eleştirmeyi götüm yemez, okumadım bile ama bu dizinin hikayesinden çıkardığım şey Kütüphane Cadısı'nın Çılgın Kalabalıktan Uzak romanı için söylediklerine benziyor biraz. Mildred'in başına onca şey geliyor ve bunlardan tam olarak ne gibi bir ders çıkarmamız gerektiğini anlamıyorum. Yani kendimce anladığım bir şey var ve o da hoşuma gitmiyor. Bana göre hikaye Mildred'in "elinin hamuruyla" kocasından boşanmasını eleştiriyor ve restoran zinciri yürütmek gibi erkek işlerini yapmaya kalkışması ne haddine mesajını veriyor, üzgünüm. Özellikle sonunda en başa geri dönerek rahatsızlığımı tescilledi. Önceki yüzyılın erkekleri (şimdi de dev bir değişim olduğu söylenemez ya) resmen güçlü kadınlara takmış, 'çabalıyorlar ama eninde sonunda batırıyorlar çünkü fıtratlarında yok'a geliyor olay. Özellikle Mildred'in jigolosunun yaptığı saçma gurur tam erkek gözüyle yansıtılan bir şey: bir kadın kocadan para alınca ok ama finans kısmından kadın sorumlu oldu mu birden ailesiyle ilgilenmediği, kocasına sorumluluk verdiği (çünkü paşalarımız sorumluluk sevmezler) için günah keçisi oluveriyor. Hırslı olduğu, elinden gelenin en iyisini gerçekleştirmeye cüret ettiği, sefilleri oynamadığı için resmen cezalandırılıyor. Romanını okusam bu konuda daha net bir fikrim olurdu ama manyak mıyım ben sinirimin bozulacağı bir hikayeyi okuyayım değil mi? Klasikse klasik, napayım. Çok yazık çünkü ben Mildred'in çabalarını çok takdir ediyorum. Ve kimseye, muhtemelen yazara da yaranamayışına epey üzülüyorum.

The Dressmaker

Bu çok tatlı bir intikam hikayesi. Bir yandan çok eğlenceli ama nasıl yaptılarsa içine bol ağlamalı, yürek yakan sahneler koymayı becermişler ve bu en ufak şekilde sırıtmamış. 1940'larda geçiyor ve evet, filmleri tarihe göre sıraladım, madalyamı verin. Adı üzerinde, bir terziyi konu aldığı için kostümler de tam kostüm hani. Bir yandan çorak ve bol tozlu bir köyde geçtiği için western ruhu da var. Özellikle anlatımını çok sevdim, diğer ikisine kıyasla çok daha hızlı ve dinamik. Yönetmen Jocelyn Moorhouse'un yeni projelerini beklemedeyim. Kate bu sefer yaralı ve gururlu bir kadın rolünde, insanlarla baş etme biçimini takdir ettim sürekli. Genel olarak oyuncular gayet iyiydi ama şöyle bir sorun var. Bol bol üstsüz kalarak sağolsun gözlerimizi bayram ettiren Liam Hemsworth bey bu rol için fazla genç. Ya da Kate fazla yaşlı, bilmiyorum. Sorun yaş farkı değil, bence gayet yakışıyorlardı ama aynı dönemde aynı okula gitmiş iki insanın biri 25 diğeri 35 yaşında görününce biraz devamlılık sorunu oluyor. Aman neyse buna da o kadar takılmadım zaten. En az A Little Chaos kadar, Sense & Sensibility kadar sevdiğim bir Kate filmi oldu. Unutunca tekrar izlenmeyi bekliyor.

Yorumlar